Hayatın içinde öyle hızla savruluyoruz ki, aslında elimizdeki en büyük hazineleri fark
etmeden yitiriyoruz. Bunlardan ikisi var ki, kıymetini ancak kaybedince anlıyoruz:
sağlık ve zaman.
Ne yazık ki her ikisini de hor kullanmakta, hoyratça harcamakta üzerimize yok.
Bugün çok kıymetli bir dostumun, insani yönüyle örnek aldığım bir patoloji profesörü
hocamızın rahatsızlığını öğrendim. Haberi aldığım an içimde bir sıkışma hissettim;
çünkü o anda bir kez daha hatırladım hayatın geçiciliğini. Biz insanlar, sanki hiç
ölmeyecekmişiz, sanki bu ömür bitmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Günlerimizi gereksiz
telaşlarla, kırgınlıklarla, küçük hesaplarla tüketiyoruz.
Oysa ömür, parmak arasından kayan su gibi akıp gidiyor.
Zaman dediğimiz şey, elimizdeki en adil ama en acımasız sermaye. Ne bir saniye
eksik ne bir saniye fazla. Herkesin payı eşit ama kimse onu aynı şekilde
değerlendirmiyor.
Bir bakıyoruz yıllar geçmiş, “nasıl geçti bu zaman?” diye sorarken buluyoruz
kendimizi. Oysa cevabı belli: gereksiz streslerle, boş tartışmalarla, ertelemelerle…
Sağlık da öyle.
Vücudumuzun verdiği küçük sinyalleri önemsemiyoruz. “Bir şey olmaz” diyoruz. Ta ki
bir gün gerçekten bir şey olana kadar. O zaman panik başlıyor, “keşkelerle dolu bir
pişmanlık sarıyor içimizi.
Oysa her sabah gözümüzü açtığımızda, nefes alabiliyor, yürüyebiliyor,
gülümseyebiliyorsak, dünyanın en büyük zenginliğine sahibiz demektir.
Belki de asıl mesele, değerli olanı değerli bilmek.
Kırılmayı, kırmayı, kavga etmeyi bir kenara bırakıp, yaşamanın kendisine tutunmak.
Bir bardak çayın sıcaklığını, bir dostun tebessümünü, sevdiklerimizin varlığını fark
edebilmek.
Ve elbette, her sabah “bugün de sağlıklıyım” diyebilmenin huzurunu hissedebilmek.
Zaman geçiyor. Sağlık bir gün elden gidebilir. Ama farkında olarak yaşarsak, en
azından geriye pişmanlık değil, şükran bırakırız.
Unutmayalım:
“Hayat kısa, ama farkında yaşarsak uzun anlar biriktirmek mümkün.”


